1 Eylül 2013 Pazar

Sanırım midemin hiç durmayan ağrısına alıştım artık. Sanki arka plandaki fon müziği gibi. Hep oradadır. Ama bi süre sonra farkına varmazsın.

31 Ağustos 2013 Cumartesi

"Çok güzel, pek güzel, böyle deniyordu ardından, alçak sesle, kimden yanasınız? Baş dik, gözler ilerde, kalbin çarpıntısı ve ruhun yükselişi: Haktan yanayız. Ah ne kadar tatlı, biz de haktan yanayız, daha doğrusu herkes haktan yana. Siz kiminle birlikte haktan yanasınız?"
                                                                                                Mustafa Kutlu- Ya Tahammül Ya Sefer

Ya Tahammül Ya Sefer beni biraz şaşırttı. İlk sayfalarda Mustafa Kutlunun hüznü bile dinginlikle anlatan o akışkan üslubunu bekledim, fakat bulamadım. Mustafa Kutlu benim gözümde başarılı bir öykücüdür. İyi kitaplar yazar, herkes sevemez, fakat herkes beğenir. Onun en romana yakın kitapları bile uzun hikayedir. İyi bir hikayecidir, fakat ben her zaman romanı daha çok sevmişimdir. Sanki roman üç boyutlu da, hikaye iki boyutlu gibidir. Her ikisinde de en ve boy vardır, fakat hikayede derinlik yoktur. olaylar kişilerin üstündedir hikayelerde. ve ben gerçek hayatta bile kişilerle olaylardan daha fazla ilgilendiğim için romanı daha çok severim, roman karakterleri bir kez okudum mu hayatıma girerler ve artık benimle olurlar, gerçek hayatta tanıdığım kimseleri roman karakterlerine benzetirim, kendi hayatımda olup bitenler karşısında roman karakterlerimin ne yapacağını düşünürüm... Okuduğum romanlar arttıkça benimle birlikte yaşayan roman karakterleri de artıyor ve sanırım bu yüzden işler gittikçe karmaşıklaşıyor...
Mustafa Kutlu'ya gelecek olursak, öykülerini hep huzurlu ve sevimli bulurum. Onun öyküleri Hobbitlerin köyü gibidir. Mutluluklar, hüzünler, doğumlar, ölümler, seyahatler, hatta kavgalar bile büyük bir sükunet içinde gerçekleşir. Bu sükunetin olaylarla bir ilgisi yoktur. Mustafa Kutlu'nun sade anlatımı sağlar bu güzelliği. Bu yüzden Mustafa Kutlu'yu çok sevemiyorum. Yine de karşıma sık sık onun kitapları çıkar ve onun kitaplarını da çok sevdiğim yazarların kitapları kadar sık okurum. Son iki senedir Mustafa Kutlu okumadığımı farkettim, arada Mustafa Kutlu iyidir diyerek başladım "Ya Tahammül Ya Sefer"e. Bu kitap Mustafa Kutlu'nun diğer kitaplarından farklı. Olaylar biraz daha dağınık geçiyor ve olup bitenler her ne kadar sadelikle gelişse de huzurdan çok sıkıntı uyandırıyor. İçimdeki sıkıntının sebebi ya Mustafa Kutlu'nun kitapta anlatılan acıları gerçekten çekmiş olmasıdır, yahut kitap diğer kitaplar kadar dingin olmasına rağmen olaylar benim geleceğe dair korkularımla ilişkili olduğu için okumak bana sıkıntı veriyordur. Bilinmez....
Kitapta gençlik yıllarında bir dava uğruna çalışıp çabalamış, lise, üniversite yıllarını böyle geçirdikleri halde ileriki yıllarda her biri bir yana savrulmuş, ne davayla, ne fikri bir konuyla ilişkileri kalmamış bir grup insan anlatılıyor, geçmişten ve gelecekten kesitlerle...
İlk sayfalarda karmaşa ve anlatımın tam oturmamış olması nedeniyle kitabı çok beğenmemiş olsam da şimdi sonlara yaklaşmışken samimiyetle yazılmış olduğuna inanıyorum. İyi bir kitap, fakat yine de insanı içine çekmiyor, olup bitenlerin seyircisi olduğunuzu hissediyorsunuz. Oysa bazı kitaplar vardır, olayların öyle içinde hissedersiniz ki, adeta olup bitenler için suçluluk duyarsınız.
Ya Tahammül Ya Sefer yine de okunabilecek bir kitap. "Okuyun." demem, ama eğer yukarıya yazdığım olaylara, konuya kendinizi yakın hissediyorsanız okuyabilirsiniz.

30 Ağustos 2013 Cuma

"can"

İnsan ölümü gördükten sonra gerçeğin ne olduğundan emin olamıyor.


Sıcağın altında uzanıyorum. "Tenime değen rüzgar, gerçek bu!" diyecek oluyorum. Fakat öyle gerçek, öyle canlı olanlar bile ölümle birlikte dağılıp giderken, değil görmek, dokunmak bile yetmiyor. "can" ne ki?
Rabbin bir tek nefesidir can. Göremezsin. Varlığını anlayamazsın. Yokluğu bilinir ancak. Ellerin bomboş kalıverir. Şaşırırsın. Olduğun yerde kalakalırsın.

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Nurullah Ataç, "Kızılay durağında otobüs bekledim." sözü düz yazıdır. "Otobüs bekledim Kzızlay durağında" biraz şiirsel, "otobüsler bekledim kızılay durağında" ise düpedüz şiirdir" demiş. anlatılan aynı, fakat sonuncusu daha gizemli, merak, hüzün, hasret uyandıran bir havaya sahip. duygu yoğunluğuna sebep oluyor. çoğu yazar da bu oltaya takılıp, daha etkileyici, daha duygusal olalım diyerek her cümlesini böyle kuruyor. Nazan Bekiroğlu bunlardan biridir. öyle yerler gelir ki, "yanyana değil de alt alta dizseymiş şiir olacakmış." dersiniz. yine de şiir değildir yazılan. düz yazıdır. anlatılan bir olay vardır. her cümle şiir gibi olunca yorulursunuz. anlatım dağılır, savruklaşır. Düz yazıda maharet tek cümlede aranamaz o yüzden. cümleler tek tek kendini belli etmese de anlatım gerçeğin parçası gibidir. Nazan Bekiroğlu'nu severim ama. Üstelik burada eleştirdiğim şeyi yapmaktan geri duramadığrım zamanlar da  olur.
Bir de altı çizilecek cümleler kurmak uğruna olayları kurban edenler var. Romancısın arkadaş! Romancılığını bil diyesim geliyor bazen. altı çizilecek cümleler olmasın demiyorum. ama aslında deneme konusu olan şeylerin "daha fazla okutmak" amacıyla romanın içine sokuşturulmasına da kızıyorum. Buna bir örnek Murathan Mungan'ın "Şairin Romanı" kitabıydı. İsmi kitabı anlatmak bakımından epeyce açıklayıcı aslında. Okurken neredeyse her sayfada dört beş tane altını çizeceğiniz, duvarınıza asacağınız, twitter'da paylaşacağınız cinsten bilgece, manidar cümleler oluyor. Fakat kitapta anlatılan olaylardan çok Murathan Mungan'ın şiire, sanata dair fikirleri. Okumayın demem. Bilakis şiir sever bir insanın şöyle bir eline kahvesini, öbür eline kitabını alıp, kış günü battaniyesinin altına, yaz günü asma yapraklarıyla sarılı balkonuna oturup, sırf edebi zevk adına okuyacağı türden bir kitap. Yalnız derim ki, roman değil, deneme diyerek başlayın kitaba. aksi takdirde hayalkırıklığı mümkün.
Roman yazarın düşüncelerini vermek için kullandığı bir araç olmamalı. Evet, romanlar belli düşünceleri verir. fakat verdiği fikir olayın ta kendisidir. nasıl gerçek hayatta yaşar, ve öğreniriz, romanda da öyledir. belki kitaba tek bir düşünce, tek bir his hakimdir, ama bu fikir insanın içine işler, çoğu zaman insanlar bu yüzden romandan aldıklarını tanımlayamıyor. Romanlar da "faydasız kitaplar" olarak nitelendiriliyor. Sen sanatı "fayda" sözcüğüyle ele alırsan sonunda elinde ne sanat kalır ne fayda. Fayda neyin nesidir arkadaş! "domatesin faydaları" der gibi. Fayda sanki bir şeylerin içinden emilip alınıveren, bu gün aldı mı yarın kullanılan, ihtiyaç kalmadı mı da fırlatıp atılan bir şey gibi. Kitaplar da "faydalı eserler" ve "faydasız eserler olarak ayrılıyor bu yüzden. Lafı bir ağaç kütüğüne anlatan "şu yapılmalı, bu yapılmamalı", "bu iyi, işte bu da kötü" kitapları "faydalı eser", insanı önce saran, sözü akıldan evvel kalbe anlatan, ufkunu genişleten, insanı belli kalıpların içine sokmak yerine ona semanın kapılarını açan şiir ve roman, "faydasız eser", "boş vakit eğlencesi" oluyor. Bu sınıflandırmayı yapanın kendisi okumuyor besbelli, hikmetten habersiz hocanın öğüdü hangi talebeye feyz versin? "Okuyun yavrum okuyun. Çok faydalıdır okumak!"
İnsan bilgiden önce akletmeyi, sevmeden önce kalbetmeyi öğrenecek. Yoksa işte böyle kıssalar faydasız, hisseler faydalı olur. Heeey, sen daha uyu arkadaş, kıssayı bilmeyene hissenin ne hayrı olur?

Mekan'da(cafenin ismi bu.) hep gördüğüm iki yeşil şişe ve 2 kırmızı kutu vardı. her gidişte bakıp; "yeterince param olduğunda alıcam." dediğim. onlara her seferinde bakmak, onları eve getirip rafa yerleştirdiğimi hayal etmek... hayal etmek öyle tatlıydı ki, yazın başından beri neredeyse her gidişte fazlasıyla param olduğu halde erteliyordum onları almayı. Hep bi bahanem oluyordu ertelemek için. Son gidişimde gördüm ki yeşil şişelerim gitmiş. kırmızı kutumun ikizi de. garipti. üzülüp üzülmediğimi anlayamadım. daha da çok evimdeki bir eşyamı kaybetmiş gibiydim. azıcık telaşlandım. yine de kedimi bir kaç gün ortalarda göremediğimde hissettiğim "nasılsa döner" telaşı kadardı ancak duyduğum.
iki gün önce emineyle buluştuk mekanda. ik olarak kararlaştırdığımız buluşma saatimizi bir saat önce arayıp iki buçuğa erteledim. üçe doğru ordaydım. o da üç buçuk olmadan oradaydı. her işimiz böyle bizim. vel hasılı kelam, onu beklerken bir dergi aldım elime, cam kenarına geçip oturdum. dergi bayattı, hava sıcaktı, mescit dolu olduğundan namazımı da kılamıyordum beklerken; öyle gözüm kaymış raflara. kırmızı, desenli baharat kutum dört tane olmuştu =) tevkkülüm boşa değilmiş meğer- zaten hiç bir zaman boşa değildir ya... şaşırdım, ortadan kaybolan kedimi yanında bir kaç yavrusuyla gördüğüm zaman kadar. Gülümsedim. hepsini çok sevdim.
sanırım o kutuyu asla almayacağım. alacak olsam, ilk gördüğüm gün alırdım. hayatta bazı şeyler vardır, hep vaktimiz olunca yapacağımızdan söz ettiğimiz, niyeyse bir türlü fırsat olmaz. eğer insanın yapacağı varsa, o iş bir şekilde oluyor, eğer yapmayacaksam zaman olmuyor, halim olmuyor, malzeme yetmiyor... misal kitap okumak, yolda okurum, yatmadan önce okurum, eğer güzel kitapsa o gece uyumam ama onu okurum. elimde kitap olmadan hiç bir yere gidemem. kitap okumayacağımı bildiğim bir yere giderken bile yanıma kitabımı almadan gidemem. dün havuza giderken poşete sarıp sarmalayıp götürdüm. okuyamadım ama götürmediğimde bir uzvum eksikmiş gibi oluyor. alt kata inerken bile kitapla inerim, bi yandan televizyon izleyip veya muhabbet edip bi yandan okumaya çlışırım. dikkatim dağınık zaten, ikisine birden yetişemiyorum, ama kitabı yanıma almadan duramıyorum. banyoda şampuanın arkasındaki yazıları, otobüs beklerken duraktaki reklamları.... konuşmadığım ve yazmadığım her an okuyorum, üçünü de yapamıyorsam içimden konuşuyor, hayali diyaloglar kuruyor, hikayeler kurguluyorum.
şimdi böyle yazınca kendimi saplantılı bir insan gibi hissettim. öyle değilim, yani sanırım =)
şu an ayşenin tavşanı odamda zıplıyor ve kızların bana yaptıkları dev minderi kemiriyor. öyle tatlı ki!

16 Ağustos 2013 Cuma

çürümenin başladığı nokta; üşenmek.  "Günlerdir evdeyim." "günlerdir hiç bir şey yapmıyorum." "günlerdir sıkıntıtan patlıyorum".... bunlar son günlerdeki favori cümlelerim. durmaksızın şikayet ediyorum ve birisi benden bir şey istediğinde anında reddediyorum. "hayır, çok yorgunum." "hayır, hiç halim yok.".... yaşamayı reddediyorum, sonrada kalkıp günlerimin sıkıcılığından şikayet ediyorum. insan söylediği sözlerle yaptıkları arasındaki bağlantıyı iyi kurmalı. ve bir şeyler yapmalı işte. şurasından veya burasından, yaşamın içine atılmalıyız.
bir kaç gün önce kocatepe camiinin bahçesinde bir banka oturmuştuk. hilal, beyza, ben. onlar da bezginleri, aylakları, tutunamayanları oynuyor tabiri caizse-benim gibi. derken beyza
"sen blog yazıyodun, nooldu ona, yine yazsana" dedi. Ben, (evet bildiniz!)
"yaa o çok vakit alıyo, hiç vaktim yok benim." dedim. (öylede meşgulüm (!)) sonra hilal,
"haftada bir yazarsın."dedi. Bende cevap hazır,
"o bile o kadar çok vaktimi alıyo ki..." sessizlik.... o gece geç vakit öyle yatağımda kitap okurken yazasım geldi, açtım bilgisyarı. kaç gündür yazıyorum. ve yazmak o kadar iyi geldi ki!
YesMan filmini izleyin derim. Jım Carrey filmin başlarında tıpkı benim son zamanlardaki halim gibi, herşeyi reddediyor, kimseyle görüşmüyor... sefil bir hayatı var yani. sonra bir gün bir arkadaşı vasıtasıyla bir seminere katılıyor ve her şeye ama her şeye "evet" diyen bir adam haline geliyor. O andan itibaren "yaşamaya" başlıyor... güzel filmdi.Jım Carrey'nin oynaması yönüyle zaten epey komikti. ama felsefesi yönüylede çok iyi bir filmdi. 1-2 gündür bu farkındalığa ulaştığımdan ben de başta reddetmek yerine, başta kabul etmek tavrına yöneldim. İki büyük faydası var bu yaklaşımın.
1. İlişkilerde tartışmaya harcadığınız enerjiyle o işi yapmış oluyorsunuz, böylece kazan-kazan durumu oluşuyor.
2. Hayatı yaşamaya, kendinizi ve dünyayı tanımaya, daha önce farketmediğiniz fırsatlarla karşılaşmaya başlıyorsunuz.
Şimdi kitabıma dönüyorum, bu saatten sonra hayırlı geceler olmayacak gibi, hayırlı sabahlar öyleyse
Dublör'ün Dilemması'nı okuyorum. 200'üncü sayfadayım. Şahane kitap! Okuyun. Okuyun. Okuyun! Her şeyden önce kitabın tam bir saçmalık olması onu sevmemdeki temel unsur. Saçma hikayeleri seviyorum. Sözcük oyunlarını seviyorum. Bir şeylerle dalga geçmeyi başarabilen sanatçıları seviyorum. Çünki gerçeği taklit çabasındaki sanatçının başarılı olması imkansızdır. Hiç bir zaman gerçeği gerçek kadar anlatamaz. Hiç bir zaman yazdıklarını "o an"la yarıştıramaz. Oysa gerçekle dalga geçmek, saçmalamak, bir bakıma "deli olmak" gerçekten bağımsız olmanın ve yalnızca "sanatçı" olabilmenin tek yoludur.
Bu sene izlediğim en iyi filmlerden biri bir fransız filmi olan "Günlerin Köpüğü" idi. Film bir saçmalıklar dizisi olarak ilerliyordu. Fakat duyguları şahane anlatan bir filmdi. Filmde kahramanımızın mutlu günlerinde evi ferah ve aydınlık bir ev iken, mutluluğunun mutsuzluğa ve çaresizliğe evrildiği ilerleyen günlerde evi küçülüyor, içeri ışık girmez oluyor, her tarafı örümcek ağları sarıyordu mesela.. mesela... mesela... neyse bütün filmi anlatmaya gerek yok, filmin saçmalığın daniskası olduğunu bilmeniz kafidir. Ki, beğenmemeniz de mümkün. Filme annemle beraber gittik, ben çok beğendim, o ise nefret etti =) 2 gün önce çocuk kitaplarını ve filmlerini sevdiğimden söz etmiştim, saçma öyküleri sevmem de aynı sebepten ileri geliyor aslında. Çocuklar ve deliler mazur görülür ya genelde (genelde diyorum, çünki 5 yaşında çocuğa 5 yaşında gibi davrandığı için sinirlendiğimiz vakidir...=)) ben de bu sebepten seviyorum bu öyküleri. Çünki gerçekle karşılaştırma şansınız yok. Mesela gerçek dünyanın içine ütopik bir varlığı sıkıştırmaya çalışan bir Superman filmiyle oturup bir güzel dalga geçebiliriz. Aman ne de saçma, tek eliyle tren de durdururmuş deyip gülebiliriz ona. (Böyle yazınca bizim tepkinin daha saçma olduğunu gördüm ya, hadi neyse...) Ama baştan aşağı saçmalık olan bir şeyi nasıl eleştirisin ki? Bana eleştirecek yan bırakmayan şeylere gerçek bir sevgi duyuyorum. Çünki çok kolay eleştiririm genelde ve bu ilk an farkındalığın hazzını, 2 saniye sonra da tatminsizliğin nefretini yaşatan bir durumdur. Sanırım bu yüzden dönüp dolaşıp davranışlarını açıklayamadığım insanlarla takılıyorum...

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Yazmaya başlayınca, heleki sevdiğim kitaplar hakkındaysa, lafı uzatmadan duramıyorum. yazdıkça yazasım geliyor. ama bilgisayarda yazmaya hala alışabilmiş değilim. kağıt kokusunu, parmaklarımdaki mürekkep lekelerini özlüyorum. Hep eski zamanlarda yaşamak istemişimdir, yalnız istemek te değil bu, kendimi eskiye daha ait hissettim her zaman. bir türlü teknolojiye alışamayışımla, 4 tarafım betonlarla kaplandıkça ağaçlara tırmandığım günleri özleyişimle, babamın 2 cildi bulan pul koleksiyonunu karıştırırken bir mektup arkadaşı hayal edişimle... Yine de şimdi bilgisayarın başındayım. Aslında birkaç saattir bilgisayarın başındayım. Tatilin başından beri İkbal'e bilgisayar başından kalkmadığı için öyle çok mani verdim ki, bu bir türlü buradan ayrılamayışım onun 'Ah'ı olsa gerek....
'ah' deyince aklıma Samed Behrengi'nin Ah Masalı düştü. Samed Behrengi Azeri bir yazar. Osmanlı zamanında şairler hep Azerbaycan'dan çıkarmış. Sonraki senelerde ise bu güzel masalları raflarımıza düşüren Samed Behrengi oldu. Sanırım 8-9 yaşlarında olmalıydım. Bir gün babam geç vakit seyahatten döndüğünde onu karşılamak için yataklarımızdan kalkıp salonda toplandık. Babam çeşitli hediyeler getirmişti, çantadan çıkarıyor, biz heyecanla bekliyoruz. Pek çok şeyin ardından valizden bir de Samed Behrenginin set halinde düzenlenmiş 8-10 tane kitabını çıkardı. İnanılmaz heyecanlandım. Kitapları rafımıza yerleştirdik, ben hiç durmadan okuyorum, Küçük Kara Balık, Kel Güvercinci, Ulduz ve Kargalar... Haftalar sonra köye giderken kitapları yanımıza aldık. İkballe 2 haftmız geçti o yaz köyde. Sabahları babannem çantalarımıza, yağlı ekmekler, sandviçler, meyveler dolduruyor, biz boyalarımızı ve kitaplarımızı alıp çayın kıyısına gidiyoruz, bütün gün kitap okuyoruz, resim yapıyoruz, yemyeşil çimleri üzerinde dolaşıyoruz, suya ayaklarımızı sokuyoruz... Bazen İkbal bisiklete biniyor, bir türlü öğrenemeyen bendeniz peşinden koşuyorum, köyün ihtiyarları bana bakıp 'vah vah, yazık...' diyorlar =)   

Bir Ah insanı nerelere getiriyor... öyle işte (çok sevgili Eminenin tabiriyle =) ) Şimdilerde Samed Behrengi kitaplarını Ayşeye veriyorum, okusun diye, benim duyduğum heyecanı duymuyor diye üzülüyorum sonrada... Samed Behrengiyi okuyun, büyüdüyseniz bile =) okuyun. Samed Behrengi tıpkı Cahit Zarifoğlu gibidir. Çocuklara yazar, ama çocuklara yalan söylemez, çocukları küçümsemez. Samed Behrengi çocuklar en gerçek masalları anlatır.
Ben zaten hala bile çocuk kitapları okumayı da çizgifilm izlemeyi de çok severim, çünkü daha saf,,, çirkinliklerden daha uzak....

JANE EYRE

Kitabın kapağını kapadıktan sonra aynada dikkatle baktım yüzüme . Öyle sarsılmıştım ki sanki kitaptaki bütün o yaşantı benim yüzüme aksedecekmiş gibiydi. Yüzümde herhangi bir değişiklik yoktu gerçi – bu kitaptan başımı her kaldırdığımda şaşkınlaşan bakışlarım hariç. Umreden döndüğümde birkaç gün boyunca asıl yaşantımdan koparılıp bir başkasının dünyasına atılıvermişçesine şaşkınlaşmıştım. Kendi odamda dahi nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmez gibiydim. Bu kitap da bende öyle bir etki uyandırdı işte. Kitaptan her ayrılışımda sessizleşiyor, her şeye yabancılaşıyordum. Kitap beni Jane’in dünyasına öyle daldırdı ki birkaç sefer okurken gözyaşlarına boğuldum ve kitabı bir kenara bırakıp 15-20 dakika boyunca yüreğim gerçekten alevler içinde yanarak, kendimi durduramayarak hıçkıra hıçkıra ağladım. Bazı yerlerde sanki olayları yaşayan benmişim gibi sinirle karakterlere sövdüğüm, bazı yerlerde kahkahalar attığım oldu, Jane’in içinde zuhur eden her ne varsa benim ruhumda aynen vücut buldu. Hatta ben kitabı okurken konusunu soran arkadaşlarıma, yaşadığı kötü günleri anlatacak derman bulamayan insanlar gibi “uzun hikaye” diye cevap vermek zorunda kaldım.

Kitaba adını veren Jane Eyre’ın yengesi ve kuzenleriyle yaşadığı zavallı çocukluğuyla başlıyor öykü. Daha sonra yengesi onu başından savmak amacıyla bir kilise okuluna gönderir. Bu dönemde Jane’in yaşadıkları öyle korkunç ki din mefhumundan nasıl nefret etmediğine şaşırdım. Fakat Jane’in içten gelen kuvveti ve şaşırtıcı özgüveni onu rahiplerin tavırlarına bakıp dini yargılamak yerine onların yanlış düşündüğüne ve Tanrı’nın anlatılan gibi olmadığı inandırıyor. Kilisede geçen yılların ardından oradan bir daha dönmemek üzere ayrılıyor Jane. Bir mürebbiye olarak. Küçük bir Fransız kızını eğitirken bu garip evde gece yarısı duyulan sesler ve ev sahibi Mr. Rochester’ın gizemli tavırları Jane’i tedirgin etmekle birlikte daha çok meraklandırır ve Mr Rochester’la aralarında başlayan dostluk Jane’in hayatı boyunca hissetmediği sıcaklığı bu evde bulmasına sebep olur.

Kitabın dili çoğu zaman sade. İnsan edebiyat içinde boğulmuyor. Hatta bazı yerlerde bu nasıl edebiyatçı diyecek oldum. Fakat bir insanı, bir duyguyu tasvir etmeye geldiğinde edebiyat öyle güçleniyor, ifadeler öyle canlanıyor ki Charlotte Bronte’un kaleminden kağıda saçılan kıvılcımları görür gibi oluyorum. Belli başlı (duygu ve gözlemleri vermek için olabilecek en temel) olayların içine oturtulmuş kült karakterler. Karakterler öyle iyi kurgulanmış ve verilmiş ki bazen yazarın gerçekte tanıdığı insanları anlattığına inandım. Karakterlerin her birinin konuşma cümleleri bile farklı üsluplarını, ve kendine has kişilikleri yansıtıyor. Öyle ki hepsin tek kalemden çıktığına, aynı insan tarafından kurgulandığına inanmak güçleşiyor.

Daha önce BBC yapımı 4 bölümden oluşan dizisini izlediğim için bir parça pişmanlık duymamış değilim. Çünkü Charlotte Bronte sürprizlerle dolu bir yazar ve dizi ve filmlerde gördüğümüz küçük şaşırtmacalardan, Jane’nin hayatını birden bire kökünden sarsan değişimlere kadar kitap pek çok şaşırtmacayla dolu. Ama ben diziyi izlediğim için maalesef kitabı okurken olacakları önceden bildiğimden pek çok yerde “acaba bunun kandırmaca olduğunu anlar mıydım?”, “acaba bu konu hakkında nasıl fikir yürütürdüm?” diye düşünüp durdum. Genelde bir filmi izledikten sonra kitabı okuduğumuzda o filme olan hayranlığımız birden eleştirel bir yön alır. “Bunu neden yapmamışlar” deriz mesela film süresinin kısıtlı olması yönetmenin suçuymuşçasına, “Şurayı hiç böyle hayal etmemiştim” deriz mesela… Oysa bu sefer diziyi izlediğimde beğenmeme rağmen kitap beğenimi daha da arttırdı. Özellikle Toby Stephens kitapta anlatılan Mr. Rochester’ın ete kemiğe bürünmüş hali gibiydi.  Ve sanırım daha iyisi olamazdı.

Kitaptaki aşk hikâyesi de çok özel ve muhtemelen bunun gibi bir hikâyeyi Charlotte Bronte gibi karakter yaratmada üst düzey bir yeteneği olmayan her hangi bir yazar da yüzüne gözüne bulaştırırdı. Çoğu aşk romanını belki biraz da küçümseyerek okumamın sebebi de bu zaten. Genelde yazarlar öyle karakterler koyuyorlar ki ortaya, ona değil karşısındaki kadın/erkek biz bile âşık oluyoruz. Güçlü, güzel, yakışıklı, romantik, zeki, zengin vb. Bu durumda aşk hikâyesi özel bir aşkı, bunun sebebini, 2 ayrı ruhtan gelen duyguların yoğrulmasını anlatmaktan çıkıp aşkı düpedüz  “istenilen her şey” kıvamına getiriyor. Oysa aşk 2 kişi demektir. Kişide beğenilmeyen yahut güzel bulunmayan bir özelliğin yalnız âşığı tarafından bir kusur, bir eksik olmaktan çıkarılmasıdır. O kişiyi yalnız sevdiği mükemmel görmeli, yoksa zaten mükemmellik abidesi olan bir kişiyi sevmekte ne var? O kadın/erkek zaten her kadının/erkeğin yüreğinin çarpmasına bir vesileyse maşuğun gönlünde yanan ateş bunca değerli midir? Zor mudur zaten kusursuz olanı sevmek... Yapılan en doğal şeydir kusursuza yönelmek. Oysa aşk duyguların ve ruhun birlikteliğidir. Kitaplarda hep bir yüce duygu değil 2 mükemmel beden tasvir ediliyor. Bu durumda ortaya çıkacakları anlatmak pek zor olmasa gerek.  Charlotte Bronte ise 2 “insan” koyuyor önümüze ve biz onlara hayran olmuyoruz, ama anlıyoruz neden birbirlerine bunca bağlı olduklarını. Hal böyle olunca kavuşamamanın üzüntüsü o muhteşem varlığa sahip olamamanın hırs dolu basit öfkesi olmuyor. Jane acı çektiğinde bunun sebebi sevdiği insanı elde edememesi değil, onun kendisine layık olmayan biriyle evlenecek olması oluyor.

Kitap aşkın oluşumunu da güzel işliyor. Uzun zaman konuşulur, edilir; sonra tek bir olay kişinin gönlünde bir kıvılcım yakar ve hele de bahsettiğimiz kişi kadınsa kurduğu hayaller ve düşüncelerle eksik ne varsa tamamlayıverir.

Kitabı okurken yaşanılan olayların gidişatını “Çalıkuşu” romanındakilere benzettiğim zamanlar oldu. Belki Reşat Nuri etkilenmiştir Jane Eyre’den. St John’un yalnız bir dava uğruna Jane ile evlenmek istemesi ve Jane’in aşksız bir evliliği reddetmesi yönünden Halide Edip’in Handan’ına da benzettim kitabı. Bu sıralarda St. John Jane’e “Erkek kafası gibi işleyen bir kafan var, ama yüreğin kadın yüreği” diyordu –ki bu cümlenin benim karakterimi nasıl da şıp diye özetleyiverdiğine şaşmıştım. Kitabı okuduğum süre boyunca kitaptaki her bir karakter ailemden veya arkadaşlarımdan birinin tasviri gibiydi. Bu da kitapla inanılmaz bir bağ kurmama sebep oldu. Ve Charlotte Bronte’un gözlem yeteneğine, gerçekçi karakterler kurgulama becerisine tekrar tekrar hayran olmama sebep oldu.

Jane Eyre’da dikkatimi çeken bir başka husus ise şuydu; Kitap 18-19. y.y İngiltere’sinde geçiyor ve Osmanlının en parlak dönemleri olmamasına rağmen kitapta o dönem bile Avrupa’da bir Osmanlı hayranlığı görülüyor. Sık sık Osmanlı padişahları zikrediliyor; lüks bir ev anlatılırken “yerde bir Türk halısı seriliydi.” deniliyor mesela. Bizim günümüzde sürekli yaptığımız “her davranışı Avrupa’yla kıyaslama” huyu o dönemde Avrupa’da olsa gerek ki davranışları, olayları tasvir ederken “Türkler gibi bağdaş kurup oturdum” gibi bir ifadeyle durumu ifade ediveriyor.

Bu eleştirinin bir noktada bitmesi gerekmiyor olsa saatlerce bu romandan bahsedebilir, her cümlesini teker teker inceleyebilirdim ya, her güzelin bir sonu var ne yazık ki. Ve ne kadar bahsetsem de Jane Eyre’den kitabı okumanın yarattığı etkiyi tasavvur edemem. Jane Eyre karakter tasvirleriyle okuduğum bütün romanlar arasında apayrı bir yere sahiptir. Eğer hala okumadıysanız bir an önce okumanızı şiddetle tavsiye ederim.



Kitapta çok anlamlı cümleler vardı, ama bunlar o anı tasvir ettiklerinden burada paylaşmam onları anlamlı kılmayacak. Zaten çoğu yerde cümleden çok ifade güzelliği söz konusuydu. Ama altını çizdiğim önemli cümlelerden yalnız başına da kıymeti anlaşılan birkaçı;

*      Boşa giden bir lütuf! Uzun zaman özlemle beklenilen çoğu lütuflar gibi… Çok geç kalmıştı.

*      Bütün dünya senden nefret edip, seni kötü tanısa bile senin kendi vicdanın rahat, suçsuz olduğu sürece hiç arkadaşsız kalmazsın.

*      Şu cümleler de bana bir tanıdığımı ve maalesef etrafta çok sık görüp diş gıcırdatmakla kaldığım pek çok insanı hatırlattı bana: “Blanche göz alıcı bir şeydi ama “has” değildi. Görünüş bakımından güzeldi, birçok yetenekleri vardı; gene de ruhu yoksul, gönlü yaradılıştan çoraktı….. İyi yürekli olmadığı gibi gerçekten zeki de değildi; kitaplarda okuduğu ağdalı cümleleri yineliyordu, hiçbir konuda kendiliğinden görüşü yoktu. Çok duygulu olduğunu ileri sürüyor, aslında anlayış, acıyış nedir bilmiyordu….”

*      Tanrının her yerde olduğunu biliriz ama, O’nun varlığını en çok yapıtlarını gözlerimizin önünde bütün görkemiyle gördüğümüz zaman duyarız. Gecelerin bulutsuz göklerinde…”

*      Duygularımın bayağı olduğunu biliyorum çünkü. Yalnız bir ten humması benim duyduğum; ruh sarsıntısı değil.

*      Kendi elimize geçenin bir bölümünü başkalarına vermek, aslında içimizden kabaran duygu bolluğuna akacak bir yol açmaktır.

13 Ağustos 2013 Salı

SEFİLLER



Aylardır, hatta bir yılı aşkın bir süredir yazmadım. Şimdi gecenin bir vakti yazıyorum.
 

 

Son okuduğum kitap Sefiller. Okumadan önce muhakkak orijinalinden okunmalı diye düşündüğüm bu kitap, okuduktan sonra bana; “bazı yerleri kesmek fena olmazdı.” diye düşündürdü. Yine de eğer kısaltılmış  bir versiyonunu alsaydım şimdi beğenerek okuduğum pek çok yer olmayabilirdi. Kısaltılmış eserlere pek güvenim yok. Siz de benim gibi düşünenlerdenseniz kitabın orijinalini alın derim. Hangi yayından seçmek gerektiğine gelince, internet taraması sırasında karşınıza pek çok farklı yayın çıktığında kafanız karışabilir. İnsan hangisini seçeceğini bilemiyor. Ben sayfaların kokusunu içime çekmeden seçemeyeceğime karar verip kitapçıya gittim. İyi de oldu. Seçeneklerim 50-60’tan 5-6’ya düştü. Özet olanları ve Antik Yayınlarını –Bilenler bilir, Antik en kötülerinden biridir, insan nasıl da bunca kitapçıya sızabildiğine şaşıp kalıyor- eleyince elimde iki seçenek kaldı; Ötüken ve İmge. Daha önce İmge’den yalnızca bir kitap okumuş olduğumdan Ötüken’e meyilli hissediyordum. Ama iki kitabı önüme açıp çevirileri karşılaştırdığımda İmge’yi çok daha iyi buldum ve onu almaya karar verdim. Bu kitap bana iki türlü çok pahalıya mal oldu;
Birincisi, tek pakette satılan 2 cildi ayrı ayrı kasadan geçiren kasiyer yüzünden iki kat fiyat ödemiş oldum. Bunu eve gelince fark ettim ama fişi ortalıktan yok olmuştu.
İkincisi ise okuma zorluğu ve sık sık olaydan tamamen kopup 40 sayfa sonra dönen Hugo amcamız sayesinde epeyce zaman da kaybetmiş olmamdı.
Neyse, canımız sağ olsun. Gelgelelim bunca teferruattan sonra kitaba… Sevgili okurlarımın bana lafı bunca uzattığım için kızmayacaklarını umuyorum. Çünkü bu kitap Sefiller’i orijinalinden okumaya azmetmişler için bir sabır sınavıdır. Bunu okumak sizi sinirlendiriyorsa, Sefiller’i okurken köpürmeyeceğinize garanti veremem. Ne diyorduk? Evet, Sefiller…
Her şeyden önce Victor Hugo ateşli fikirleri, kahramanlarını merhametle kucaklayan halleri, bir türlü sadede gelemeyişiyle en büyük romantikler arasındaki yerini sonuna kadar hak ediyor. Zaman zaman kızdım, zaman zaman bir babadan çok bir anneyi anımsatan şefkatine hayran oldum; pek çok yerde de adalet algısına ve sağlam fikirlerini yumuşacık anlatan diline hayran kaldım.
Din’e dair, duaya dair görüşlerine insan en azından “ iyi dedin” demeden geçemiyor. Kadınlara, aileye ve sokaklara dair görüşleri ise çok içten, samimi ve çok gerçek. Bu kitap Müslüman’ı dindar, okuyanı yazar, farklı düşüneni devrimci, cömerdi vakıfçı, seveni aşık edecek cinsten. Verdiği şey coşku, coşku, coşku! Her ne yapacaksan cesaretle atılmana sebep oluyor. Görüyorsunuz, 1 yıldır yazmayan beni bilgisayarın başına oturttu, gerçi o mu oturttu bilinmez, olsun…
Kitap beklentileri yalancı çıkarmıyor, sefaleti sokak sokak anlatıyor. Dedikodunun fahişeliğe sürüklediği bir kadın, annesinden “bakmaları karşılığında(!)” para aldıkları çocuğa hizmetçilik yaptıran aile, kendilerine yardıma geleni soyan insanlar, öz evlatlarını sokağa terk edenler, kardeşleri olduğunu bilmeden olmayan ekmeğini küçüklerle paylaşan bir çocuk… Elbette ki bu kitabın baş karakteri bir ekmek çaldığı için 19 yıl kürek mahkumu olan, sonra da seneler boyu kaçan, isim değiştiren, ev değiştiren, şehir ve ülke değiştiren bir adam olacak. Bunun adı Paris hukuku, vakit, 19. Yüzyıl! İslam’da aç olup da ekmek çalana bir ceza yoktur. Aksine, onun aç olduğunu bile bile umursamayan komşunun, akrabanın, devletin suçudur bu. Bunun adı İslam hukuku, vakit 7. Yüzyıl! Şimdi varın siz hesap edin. Hak nedir, adalet nedir? Bir şeyin doğruluğunu hesap ederken çağa mı bakıyoruz, çağlara uzanmış adalete, Hakka, gerçeğe mi?
Bunlar dünya gerçeği, acıdır. Bir de bizim inkılap gerçeği var ki acıdan da acıdır! Aile ve borçlar hukuku İsviçre’den, ceza hukuku Almanya ve İtalya’dan, idare hukuku Fransa’dan!, ticaret hukuku ise eşsiz Avrupa ülkelerinin bir karması olarak gelip hayatımıza böylece yerleşti. Hepsini en son çıkanından aldık ki, geri kalmayalım (!).
_____________________________________________________
Kitap bir yanda adaleti sorgularken öbür tarafta “İnsan değişebilir mi?” sorusuna değiniyor. Bir yanda “insan ya iyi ya kötüdür, değişmez!” diyerek acıma duygusunu ayaklarının altına alıp sonuna kadar kanunların dediğinden taviz vermeyen Javert, öte yanda seneler boyu kendiyle, sonra toplumla mücadele veren, iyi olmak isteyen, fakat toplumun iyi olmasına izin vermeyen parmaklıklarından çıkamayan Jean Valjean. Ya kanundan kaçarak iyi olacak, ya da sefalet içinde ölecek. Yine Fantine… Ya namusundan ya insanlığından vazgeçecek… En zavallısı Cosette, en zavallı hep çocuklar olur, onun seçme şansı hiç yok. Ya 6 yaşında iş yükünün altında ezilecek, ya yediği dayağın altında. Birini kanunlar, birini toplum, birini kimsesizlik sefalete mahkum ediyor.
_______________________________________________________
İşte bu hislerle okudum Sefilleri. Okuyun derim. Romancılık açısından tartışılır fakat felsefi ve toplumsal açıdan bir harikadır Sefiller.
Elhamdülillah bugün yazdım. Bir dahaki sefere Allah kerim… Neyse, Sefiller epeyce gider, o bitmeden ben yine yazarım İnşallah…