1 Eylül 2013 Pazar

Sanırım midemin hiç durmayan ağrısına alıştım artık. Sanki arka plandaki fon müziği gibi. Hep oradadır. Ama bi süre sonra farkına varmazsın.

31 Ağustos 2013 Cumartesi

"Çok güzel, pek güzel, böyle deniyordu ardından, alçak sesle, kimden yanasınız? Baş dik, gözler ilerde, kalbin çarpıntısı ve ruhun yükselişi: Haktan yanayız. Ah ne kadar tatlı, biz de haktan yanayız, daha doğrusu herkes haktan yana. Siz kiminle birlikte haktan yanasınız?"
                                                                                                Mustafa Kutlu- Ya Tahammül Ya Sefer

Ya Tahammül Ya Sefer beni biraz şaşırttı. İlk sayfalarda Mustafa Kutlunun hüznü bile dinginlikle anlatan o akışkan üslubunu bekledim, fakat bulamadım. Mustafa Kutlu benim gözümde başarılı bir öykücüdür. İyi kitaplar yazar, herkes sevemez, fakat herkes beğenir. Onun en romana yakın kitapları bile uzun hikayedir. İyi bir hikayecidir, fakat ben her zaman romanı daha çok sevmişimdir. Sanki roman üç boyutlu da, hikaye iki boyutlu gibidir. Her ikisinde de en ve boy vardır, fakat hikayede derinlik yoktur. olaylar kişilerin üstündedir hikayelerde. ve ben gerçek hayatta bile kişilerle olaylardan daha fazla ilgilendiğim için romanı daha çok severim, roman karakterleri bir kez okudum mu hayatıma girerler ve artık benimle olurlar, gerçek hayatta tanıdığım kimseleri roman karakterlerine benzetirim, kendi hayatımda olup bitenler karşısında roman karakterlerimin ne yapacağını düşünürüm... Okuduğum romanlar arttıkça benimle birlikte yaşayan roman karakterleri de artıyor ve sanırım bu yüzden işler gittikçe karmaşıklaşıyor...
Mustafa Kutlu'ya gelecek olursak, öykülerini hep huzurlu ve sevimli bulurum. Onun öyküleri Hobbitlerin köyü gibidir. Mutluluklar, hüzünler, doğumlar, ölümler, seyahatler, hatta kavgalar bile büyük bir sükunet içinde gerçekleşir. Bu sükunetin olaylarla bir ilgisi yoktur. Mustafa Kutlu'nun sade anlatımı sağlar bu güzelliği. Bu yüzden Mustafa Kutlu'yu çok sevemiyorum. Yine de karşıma sık sık onun kitapları çıkar ve onun kitaplarını da çok sevdiğim yazarların kitapları kadar sık okurum. Son iki senedir Mustafa Kutlu okumadığımı farkettim, arada Mustafa Kutlu iyidir diyerek başladım "Ya Tahammül Ya Sefer"e. Bu kitap Mustafa Kutlu'nun diğer kitaplarından farklı. Olaylar biraz daha dağınık geçiyor ve olup bitenler her ne kadar sadelikle gelişse de huzurdan çok sıkıntı uyandırıyor. İçimdeki sıkıntının sebebi ya Mustafa Kutlu'nun kitapta anlatılan acıları gerçekten çekmiş olmasıdır, yahut kitap diğer kitaplar kadar dingin olmasına rağmen olaylar benim geleceğe dair korkularımla ilişkili olduğu için okumak bana sıkıntı veriyordur. Bilinmez....
Kitapta gençlik yıllarında bir dava uğruna çalışıp çabalamış, lise, üniversite yıllarını böyle geçirdikleri halde ileriki yıllarda her biri bir yana savrulmuş, ne davayla, ne fikri bir konuyla ilişkileri kalmamış bir grup insan anlatılıyor, geçmişten ve gelecekten kesitlerle...
İlk sayfalarda karmaşa ve anlatımın tam oturmamış olması nedeniyle kitabı çok beğenmemiş olsam da şimdi sonlara yaklaşmışken samimiyetle yazılmış olduğuna inanıyorum. İyi bir kitap, fakat yine de insanı içine çekmiyor, olup bitenlerin seyircisi olduğunuzu hissediyorsunuz. Oysa bazı kitaplar vardır, olayların öyle içinde hissedersiniz ki, adeta olup bitenler için suçluluk duyarsınız.
Ya Tahammül Ya Sefer yine de okunabilecek bir kitap. "Okuyun." demem, ama eğer yukarıya yazdığım olaylara, konuya kendinizi yakın hissediyorsanız okuyabilirsiniz.

30 Ağustos 2013 Cuma

"can"

İnsan ölümü gördükten sonra gerçeğin ne olduğundan emin olamıyor.


Sıcağın altında uzanıyorum. "Tenime değen rüzgar, gerçek bu!" diyecek oluyorum. Fakat öyle gerçek, öyle canlı olanlar bile ölümle birlikte dağılıp giderken, değil görmek, dokunmak bile yetmiyor. "can" ne ki?
Rabbin bir tek nefesidir can. Göremezsin. Varlığını anlayamazsın. Yokluğu bilinir ancak. Ellerin bomboş kalıverir. Şaşırırsın. Olduğun yerde kalakalırsın.

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Nurullah Ataç, "Kızılay durağında otobüs bekledim." sözü düz yazıdır. "Otobüs bekledim Kzızlay durağında" biraz şiirsel, "otobüsler bekledim kızılay durağında" ise düpedüz şiirdir" demiş. anlatılan aynı, fakat sonuncusu daha gizemli, merak, hüzün, hasret uyandıran bir havaya sahip. duygu yoğunluğuna sebep oluyor. çoğu yazar da bu oltaya takılıp, daha etkileyici, daha duygusal olalım diyerek her cümlesini böyle kuruyor. Nazan Bekiroğlu bunlardan biridir. öyle yerler gelir ki, "yanyana değil de alt alta dizseymiş şiir olacakmış." dersiniz. yine de şiir değildir yazılan. düz yazıdır. anlatılan bir olay vardır. her cümle şiir gibi olunca yorulursunuz. anlatım dağılır, savruklaşır. Düz yazıda maharet tek cümlede aranamaz o yüzden. cümleler tek tek kendini belli etmese de anlatım gerçeğin parçası gibidir. Nazan Bekiroğlu'nu severim ama. Üstelik burada eleştirdiğim şeyi yapmaktan geri duramadığrım zamanlar da  olur.
Bir de altı çizilecek cümleler kurmak uğruna olayları kurban edenler var. Romancısın arkadaş! Romancılığını bil diyesim geliyor bazen. altı çizilecek cümleler olmasın demiyorum. ama aslında deneme konusu olan şeylerin "daha fazla okutmak" amacıyla romanın içine sokuşturulmasına da kızıyorum. Buna bir örnek Murathan Mungan'ın "Şairin Romanı" kitabıydı. İsmi kitabı anlatmak bakımından epeyce açıklayıcı aslında. Okurken neredeyse her sayfada dört beş tane altını çizeceğiniz, duvarınıza asacağınız, twitter'da paylaşacağınız cinsten bilgece, manidar cümleler oluyor. Fakat kitapta anlatılan olaylardan çok Murathan Mungan'ın şiire, sanata dair fikirleri. Okumayın demem. Bilakis şiir sever bir insanın şöyle bir eline kahvesini, öbür eline kitabını alıp, kış günü battaniyesinin altına, yaz günü asma yapraklarıyla sarılı balkonuna oturup, sırf edebi zevk adına okuyacağı türden bir kitap. Yalnız derim ki, roman değil, deneme diyerek başlayın kitaba. aksi takdirde hayalkırıklığı mümkün.
Roman yazarın düşüncelerini vermek için kullandığı bir araç olmamalı. Evet, romanlar belli düşünceleri verir. fakat verdiği fikir olayın ta kendisidir. nasıl gerçek hayatta yaşar, ve öğreniriz, romanda da öyledir. belki kitaba tek bir düşünce, tek bir his hakimdir, ama bu fikir insanın içine işler, çoğu zaman insanlar bu yüzden romandan aldıklarını tanımlayamıyor. Romanlar da "faydasız kitaplar" olarak nitelendiriliyor. Sen sanatı "fayda" sözcüğüyle ele alırsan sonunda elinde ne sanat kalır ne fayda. Fayda neyin nesidir arkadaş! "domatesin faydaları" der gibi. Fayda sanki bir şeylerin içinden emilip alınıveren, bu gün aldı mı yarın kullanılan, ihtiyaç kalmadı mı da fırlatıp atılan bir şey gibi. Kitaplar da "faydalı eserler" ve "faydasız eserler olarak ayrılıyor bu yüzden. Lafı bir ağaç kütüğüne anlatan "şu yapılmalı, bu yapılmamalı", "bu iyi, işte bu da kötü" kitapları "faydalı eser", insanı önce saran, sözü akıldan evvel kalbe anlatan, ufkunu genişleten, insanı belli kalıpların içine sokmak yerine ona semanın kapılarını açan şiir ve roman, "faydasız eser", "boş vakit eğlencesi" oluyor. Bu sınıflandırmayı yapanın kendisi okumuyor besbelli, hikmetten habersiz hocanın öğüdü hangi talebeye feyz versin? "Okuyun yavrum okuyun. Çok faydalıdır okumak!"
İnsan bilgiden önce akletmeyi, sevmeden önce kalbetmeyi öğrenecek. Yoksa işte böyle kıssalar faydasız, hisseler faydalı olur. Heeey, sen daha uyu arkadaş, kıssayı bilmeyene hissenin ne hayrı olur?

Mekan'da(cafenin ismi bu.) hep gördüğüm iki yeşil şişe ve 2 kırmızı kutu vardı. her gidişte bakıp; "yeterince param olduğunda alıcam." dediğim. onlara her seferinde bakmak, onları eve getirip rafa yerleştirdiğimi hayal etmek... hayal etmek öyle tatlıydı ki, yazın başından beri neredeyse her gidişte fazlasıyla param olduğu halde erteliyordum onları almayı. Hep bi bahanem oluyordu ertelemek için. Son gidişimde gördüm ki yeşil şişelerim gitmiş. kırmızı kutumun ikizi de. garipti. üzülüp üzülmediğimi anlayamadım. daha da çok evimdeki bir eşyamı kaybetmiş gibiydim. azıcık telaşlandım. yine de kedimi bir kaç gün ortalarda göremediğimde hissettiğim "nasılsa döner" telaşı kadardı ancak duyduğum.
iki gün önce emineyle buluştuk mekanda. ik olarak kararlaştırdığımız buluşma saatimizi bir saat önce arayıp iki buçuğa erteledim. üçe doğru ordaydım. o da üç buçuk olmadan oradaydı. her işimiz böyle bizim. vel hasılı kelam, onu beklerken bir dergi aldım elime, cam kenarına geçip oturdum. dergi bayattı, hava sıcaktı, mescit dolu olduğundan namazımı da kılamıyordum beklerken; öyle gözüm kaymış raflara. kırmızı, desenli baharat kutum dört tane olmuştu =) tevkkülüm boşa değilmiş meğer- zaten hiç bir zaman boşa değildir ya... şaşırdım, ortadan kaybolan kedimi yanında bir kaç yavrusuyla gördüğüm zaman kadar. Gülümsedim. hepsini çok sevdim.
sanırım o kutuyu asla almayacağım. alacak olsam, ilk gördüğüm gün alırdım. hayatta bazı şeyler vardır, hep vaktimiz olunca yapacağımızdan söz ettiğimiz, niyeyse bir türlü fırsat olmaz. eğer insanın yapacağı varsa, o iş bir şekilde oluyor, eğer yapmayacaksam zaman olmuyor, halim olmuyor, malzeme yetmiyor... misal kitap okumak, yolda okurum, yatmadan önce okurum, eğer güzel kitapsa o gece uyumam ama onu okurum. elimde kitap olmadan hiç bir yere gidemem. kitap okumayacağımı bildiğim bir yere giderken bile yanıma kitabımı almadan gidemem. dün havuza giderken poşete sarıp sarmalayıp götürdüm. okuyamadım ama götürmediğimde bir uzvum eksikmiş gibi oluyor. alt kata inerken bile kitapla inerim, bi yandan televizyon izleyip veya muhabbet edip bi yandan okumaya çlışırım. dikkatim dağınık zaten, ikisine birden yetişemiyorum, ama kitabı yanıma almadan duramıyorum. banyoda şampuanın arkasındaki yazıları, otobüs beklerken duraktaki reklamları.... konuşmadığım ve yazmadığım her an okuyorum, üçünü de yapamıyorsam içimden konuşuyor, hayali diyaloglar kuruyor, hikayeler kurguluyorum.
şimdi böyle yazınca kendimi saplantılı bir insan gibi hissettim. öyle değilim, yani sanırım =)
şu an ayşenin tavşanı odamda zıplıyor ve kızların bana yaptıkları dev minderi kemiriyor. öyle tatlı ki!

16 Ağustos 2013 Cuma

çürümenin başladığı nokta; üşenmek.  "Günlerdir evdeyim." "günlerdir hiç bir şey yapmıyorum." "günlerdir sıkıntıtan patlıyorum".... bunlar son günlerdeki favori cümlelerim. durmaksızın şikayet ediyorum ve birisi benden bir şey istediğinde anında reddediyorum. "hayır, çok yorgunum." "hayır, hiç halim yok.".... yaşamayı reddediyorum, sonrada kalkıp günlerimin sıkıcılığından şikayet ediyorum. insan söylediği sözlerle yaptıkları arasındaki bağlantıyı iyi kurmalı. ve bir şeyler yapmalı işte. şurasından veya burasından, yaşamın içine atılmalıyız.
bir kaç gün önce kocatepe camiinin bahçesinde bir banka oturmuştuk. hilal, beyza, ben. onlar da bezginleri, aylakları, tutunamayanları oynuyor tabiri caizse-benim gibi. derken beyza
"sen blog yazıyodun, nooldu ona, yine yazsana" dedi. Ben, (evet bildiniz!)
"yaa o çok vakit alıyo, hiç vaktim yok benim." dedim. (öylede meşgulüm (!)) sonra hilal,
"haftada bir yazarsın."dedi. Bende cevap hazır,
"o bile o kadar çok vaktimi alıyo ki..." sessizlik.... o gece geç vakit öyle yatağımda kitap okurken yazasım geldi, açtım bilgisyarı. kaç gündür yazıyorum. ve yazmak o kadar iyi geldi ki!
YesMan filmini izleyin derim. Jım Carrey filmin başlarında tıpkı benim son zamanlardaki halim gibi, herşeyi reddediyor, kimseyle görüşmüyor... sefil bir hayatı var yani. sonra bir gün bir arkadaşı vasıtasıyla bir seminere katılıyor ve her şeye ama her şeye "evet" diyen bir adam haline geliyor. O andan itibaren "yaşamaya" başlıyor... güzel filmdi.Jım Carrey'nin oynaması yönüyle zaten epey komikti. ama felsefesi yönüylede çok iyi bir filmdi. 1-2 gündür bu farkındalığa ulaştığımdan ben de başta reddetmek yerine, başta kabul etmek tavrına yöneldim. İki büyük faydası var bu yaklaşımın.
1. İlişkilerde tartışmaya harcadığınız enerjiyle o işi yapmış oluyorsunuz, böylece kazan-kazan durumu oluşuyor.
2. Hayatı yaşamaya, kendinizi ve dünyayı tanımaya, daha önce farketmediğiniz fırsatlarla karşılaşmaya başlıyorsunuz.
Şimdi kitabıma dönüyorum, bu saatten sonra hayırlı geceler olmayacak gibi, hayırlı sabahlar öyleyse
Dublör'ün Dilemması'nı okuyorum. 200'üncü sayfadayım. Şahane kitap! Okuyun. Okuyun. Okuyun! Her şeyden önce kitabın tam bir saçmalık olması onu sevmemdeki temel unsur. Saçma hikayeleri seviyorum. Sözcük oyunlarını seviyorum. Bir şeylerle dalga geçmeyi başarabilen sanatçıları seviyorum. Çünki gerçeği taklit çabasındaki sanatçının başarılı olması imkansızdır. Hiç bir zaman gerçeği gerçek kadar anlatamaz. Hiç bir zaman yazdıklarını "o an"la yarıştıramaz. Oysa gerçekle dalga geçmek, saçmalamak, bir bakıma "deli olmak" gerçekten bağımsız olmanın ve yalnızca "sanatçı" olabilmenin tek yoludur.
Bu sene izlediğim en iyi filmlerden biri bir fransız filmi olan "Günlerin Köpüğü" idi. Film bir saçmalıklar dizisi olarak ilerliyordu. Fakat duyguları şahane anlatan bir filmdi. Filmde kahramanımızın mutlu günlerinde evi ferah ve aydınlık bir ev iken, mutluluğunun mutsuzluğa ve çaresizliğe evrildiği ilerleyen günlerde evi küçülüyor, içeri ışık girmez oluyor, her tarafı örümcek ağları sarıyordu mesela.. mesela... mesela... neyse bütün filmi anlatmaya gerek yok, filmin saçmalığın daniskası olduğunu bilmeniz kafidir. Ki, beğenmemeniz de mümkün. Filme annemle beraber gittik, ben çok beğendim, o ise nefret etti =) 2 gün önce çocuk kitaplarını ve filmlerini sevdiğimden söz etmiştim, saçma öyküleri sevmem de aynı sebepten ileri geliyor aslında. Çocuklar ve deliler mazur görülür ya genelde (genelde diyorum, çünki 5 yaşında çocuğa 5 yaşında gibi davrandığı için sinirlendiğimiz vakidir...=)) ben de bu sebepten seviyorum bu öyküleri. Çünki gerçekle karşılaştırma şansınız yok. Mesela gerçek dünyanın içine ütopik bir varlığı sıkıştırmaya çalışan bir Superman filmiyle oturup bir güzel dalga geçebiliriz. Aman ne de saçma, tek eliyle tren de durdururmuş deyip gülebiliriz ona. (Böyle yazınca bizim tepkinin daha saçma olduğunu gördüm ya, hadi neyse...) Ama baştan aşağı saçmalık olan bir şeyi nasıl eleştirisin ki? Bana eleştirecek yan bırakmayan şeylere gerçek bir sevgi duyuyorum. Çünki çok kolay eleştiririm genelde ve bu ilk an farkındalığın hazzını, 2 saniye sonra da tatminsizliğin nefretini yaşatan bir durumdur. Sanırım bu yüzden dönüp dolaşıp davranışlarını açıklayamadığım insanlarla takılıyorum...