Kitaba adını veren Jane Eyre’ın yengesi ve kuzenleriyle
yaşadığı zavallı çocukluğuyla başlıyor öykü. Daha sonra yengesi onu başından
savmak amacıyla bir kilise okuluna gönderir. Bu dönemde Jane’in yaşadıkları
öyle korkunç ki din mefhumundan nasıl nefret etmediğine şaşırdım. Fakat Jane’in
içten gelen kuvveti ve şaşırtıcı özgüveni onu rahiplerin tavırlarına bakıp dini
yargılamak yerine onların yanlış düşündüğüne ve Tanrı’nın anlatılan gibi
olmadığı inandırıyor. Kilisede geçen yılların ardından oradan bir daha dönmemek
üzere ayrılıyor Jane. Bir mürebbiye olarak. Küçük bir Fransız kızını eğitirken
bu garip evde gece yarısı duyulan sesler ve ev sahibi Mr. Rochester’ın gizemli
tavırları Jane’i tedirgin etmekle birlikte daha çok meraklandırır ve Mr
Rochester’la aralarında başlayan dostluk Jane’in hayatı boyunca hissetmediği
sıcaklığı bu evde bulmasına sebep olur.
Kitabın dili çoğu zaman sade. İnsan edebiyat içinde
boğulmuyor. Hatta bazı yerlerde bu nasıl edebiyatçı diyecek oldum. Fakat bir
insanı, bir duyguyu tasvir etmeye geldiğinde edebiyat öyle güçleniyor, ifadeler
öyle canlanıyor ki Charlotte Bronte’un kaleminden kağıda saçılan kıvılcımları
görür gibi oluyorum. Belli başlı (duygu ve gözlemleri vermek için olabilecek en
temel) olayların içine oturtulmuş kült karakterler. Karakterler öyle iyi
kurgulanmış ve verilmiş ki bazen yazarın gerçekte tanıdığı insanları
anlattığına inandım. Karakterlerin her birinin konuşma cümleleri bile farklı
üsluplarını, ve kendine has kişilikleri yansıtıyor. Öyle ki hepsin tek kalemden
çıktığına, aynı insan tarafından kurgulandığına inanmak güçleşiyor.
Daha önce BBC yapımı 4 bölümden oluşan dizisini izlediğim
için bir parça pişmanlık duymamış değilim. Çünkü Charlotte Bronte sürprizlerle
dolu bir yazar ve dizi ve filmlerde gördüğümüz küçük şaşırtmacalardan, Jane’nin
hayatını birden bire kökünden sarsan değişimlere kadar kitap pek çok
şaşırtmacayla dolu. Ama ben diziyi izlediğim için maalesef kitabı okurken
olacakları önceden bildiğimden pek çok yerde “acaba bunun kandırmaca olduğunu
anlar mıydım?”, “acaba bu konu hakkında nasıl fikir yürütürdüm?” diye düşünüp
durdum. Genelde bir filmi izledikten sonra kitabı okuduğumuzda o filme olan
hayranlığımız birden eleştirel bir yön alır. “Bunu neden yapmamışlar” deriz
mesela film süresinin kısıtlı olması yönetmenin suçuymuşçasına, “Şurayı hiç
böyle hayal etmemiştim” deriz mesela… Oysa bu sefer diziyi izlediğimde
beğenmeme rağmen kitap beğenimi daha da arttırdı. Özellikle Toby Stephens
kitapta anlatılan Mr. Rochester’ın ete kemiğe bürünmüş hali gibiydi. Ve sanırım daha iyisi olamazdı.
Kitaptaki aşk hikâyesi de çok özel ve muhtemelen bunun gibi
bir hikâyeyi Charlotte Bronte gibi karakter yaratmada üst düzey bir yeteneği
olmayan her hangi bir yazar da yüzüne gözüne bulaştırırdı. Çoğu aşk romanını
belki biraz da küçümseyerek okumamın sebebi de bu zaten. Genelde yazarlar öyle
karakterler koyuyorlar ki ortaya, ona değil karşısındaki kadın/erkek biz bile
âşık oluyoruz. Güçlü, güzel, yakışıklı, romantik, zeki, zengin vb. Bu durumda
aşk hikâyesi özel bir aşkı, bunun sebebini, 2 ayrı ruhtan gelen duyguların
yoğrulmasını anlatmaktan çıkıp aşkı düpedüz
“istenilen her şey” kıvamına getiriyor. Oysa aşk 2 kişi demektir. Kişide
beğenilmeyen yahut güzel bulunmayan bir özelliğin yalnız âşığı tarafından bir
kusur, bir eksik olmaktan çıkarılmasıdır. O kişiyi yalnız sevdiği mükemmel
görmeli, yoksa zaten mükemmellik abidesi olan bir kişiyi sevmekte ne var? O
kadın/erkek zaten her kadının/erkeğin yüreğinin çarpmasına bir vesileyse
maşuğun gönlünde yanan ateş bunca değerli midir? Zor mudur zaten kusursuz olanı
sevmek... Yapılan en doğal şeydir kusursuza yönelmek. Oysa aşk duyguların ve
ruhun birlikteliğidir. Kitaplarda hep bir yüce duygu değil 2 mükemmel beden
tasvir ediliyor. Bu durumda ortaya çıkacakları anlatmak pek zor olmasa
gerek. Charlotte Bronte ise 2 “insan”
koyuyor önümüze ve biz onlara hayran olmuyoruz, ama anlıyoruz neden
birbirlerine bunca bağlı olduklarını. Hal böyle olunca kavuşamamanın üzüntüsü o
muhteşem varlığa sahip olamamanın hırs dolu basit öfkesi olmuyor. Jane acı
çektiğinde bunun sebebi sevdiği insanı elde edememesi değil, onun kendisine
layık olmayan biriyle evlenecek olması oluyor.
Kitap aşkın oluşumunu da güzel işliyor. Uzun zaman
konuşulur, edilir; sonra tek bir olay kişinin gönlünde bir kıvılcım yakar ve
hele de bahsettiğimiz kişi kadınsa kurduğu hayaller ve düşüncelerle eksik ne
varsa tamamlayıverir.
Kitabı okurken yaşanılan olayların gidişatını “Çalıkuşu”
romanındakilere benzettiğim zamanlar oldu. Belki Reşat Nuri etkilenmiştir Jane
Eyre’den. St John’un yalnız bir dava uğruna Jane ile evlenmek istemesi ve
Jane’in aşksız bir evliliği reddetmesi yönünden Halide Edip’in Handan’ına da
benzettim kitabı. Bu sıralarda St. John Jane’e “Erkek kafası gibi işleyen bir
kafan var, ama yüreğin kadın yüreği” diyordu –ki bu cümlenin benim karakterimi
nasıl da şıp diye özetleyiverdiğine şaşmıştım. Kitabı okuduğum süre boyunca
kitaptaki her bir karakter ailemden veya arkadaşlarımdan birinin tasviri
gibiydi. Bu da kitapla inanılmaz bir bağ kurmama sebep oldu. Ve Charlotte
Bronte’un gözlem yeteneğine, gerçekçi karakterler kurgulama becerisine tekrar
tekrar hayran olmama sebep oldu.
Jane Eyre’da dikkatimi çeken bir başka husus ise şuydu;
Kitap 18-19. y.y İngiltere’sinde geçiyor ve Osmanlının en parlak dönemleri
olmamasına rağmen kitapta o dönem bile Avrupa’da bir Osmanlı hayranlığı
görülüyor. Sık sık Osmanlı padişahları zikrediliyor; lüks bir ev anlatılırken
“yerde bir Türk halısı seriliydi.” deniliyor mesela. Bizim günümüzde sürekli
yaptığımız “her davranışı Avrupa’yla kıyaslama” huyu o dönemde Avrupa’da olsa
gerek ki davranışları, olayları tasvir ederken “Türkler gibi bağdaş kurup
oturdum” gibi bir ifadeyle durumu ifade ediveriyor.
Bu eleştirinin bir noktada bitmesi gerekmiyor olsa saatlerce
bu romandan bahsedebilir, her cümlesini teker teker inceleyebilirdim ya, her
güzelin bir sonu var ne yazık ki. Ve ne kadar bahsetsem de Jane Eyre’den kitabı
okumanın yarattığı etkiyi tasavvur edemem. Jane Eyre karakter tasvirleriyle
okuduğum bütün romanlar arasında apayrı bir yere sahiptir. Eğer hala
okumadıysanız bir an önce okumanızı şiddetle tavsiye ederim.
Kitapta çok anlamlı cümleler vardı, ama bunlar o anı tasvir
ettiklerinden burada paylaşmam onları anlamlı kılmayacak. Zaten çoğu yerde
cümleden çok ifade güzelliği söz konusuydu. Ama altını çizdiğim önemli
cümlelerden yalnız başına da kıymeti anlaşılan birkaçı;
Boşa giden bir lütuf! Uzun zaman özlemle beklenilen çoğu
lütuflar gibi… Çok geç kalmıştı.
Bütün dünya senden nefret edip, seni kötü tanısa bile senin
kendi vicdanın rahat, suçsuz olduğu sürece hiç arkadaşsız kalmazsın.
Şu cümleler de bana bir tanıdığımı ve maalesef
etrafta çok sık görüp diş gıcırdatmakla kaldığım pek çok insanı hatırlattı
bana: “Blanche
göz alıcı bir şeydi ama “has” değildi. Görünüş bakımından güzeldi, birçok
yetenekleri vardı; gene de ruhu yoksul, gönlü yaradılıştan çoraktı….. İyi
yürekli olmadığı gibi gerçekten zeki de değildi; kitaplarda okuduğu ağdalı cümleleri
yineliyordu, hiçbir konuda kendiliğinden görüşü yoktu. Çok duygulu olduğunu
ileri sürüyor, aslında anlayış, acıyış nedir bilmiyordu….”
Tanrının her yerde olduğunu biliriz ama, O’nun varlığını en
çok yapıtlarını gözlerimizin önünde bütün görkemiyle gördüğümüz zaman duyarız.
Gecelerin bulutsuz göklerinde…”
Duygularımın bayağı olduğunu biliyorum çünkü. Yalnız bir
ten humması benim duyduğum; ruh sarsıntısı değil.
Kendi elimize geçenin bir bölümünü başkalarına vermek,
aslında içimizden kabaran duygu bolluğuna akacak bir yol açmaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder