14 Ağustos 2013 Çarşamba

JANE EYRE

Kitabın kapağını kapadıktan sonra aynada dikkatle baktım yüzüme . Öyle sarsılmıştım ki sanki kitaptaki bütün o yaşantı benim yüzüme aksedecekmiş gibiydi. Yüzümde herhangi bir değişiklik yoktu gerçi – bu kitaptan başımı her kaldırdığımda şaşkınlaşan bakışlarım hariç. Umreden döndüğümde birkaç gün boyunca asıl yaşantımdan koparılıp bir başkasının dünyasına atılıvermişçesine şaşkınlaşmıştım. Kendi odamda dahi nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmez gibiydim. Bu kitap da bende öyle bir etki uyandırdı işte. Kitaptan her ayrılışımda sessizleşiyor, her şeye yabancılaşıyordum. Kitap beni Jane’in dünyasına öyle daldırdı ki birkaç sefer okurken gözyaşlarına boğuldum ve kitabı bir kenara bırakıp 15-20 dakika boyunca yüreğim gerçekten alevler içinde yanarak, kendimi durduramayarak hıçkıra hıçkıra ağladım. Bazı yerlerde sanki olayları yaşayan benmişim gibi sinirle karakterlere sövdüğüm, bazı yerlerde kahkahalar attığım oldu, Jane’in içinde zuhur eden her ne varsa benim ruhumda aynen vücut buldu. Hatta ben kitabı okurken konusunu soran arkadaşlarıma, yaşadığı kötü günleri anlatacak derman bulamayan insanlar gibi “uzun hikaye” diye cevap vermek zorunda kaldım.

Kitaba adını veren Jane Eyre’ın yengesi ve kuzenleriyle yaşadığı zavallı çocukluğuyla başlıyor öykü. Daha sonra yengesi onu başından savmak amacıyla bir kilise okuluna gönderir. Bu dönemde Jane’in yaşadıkları öyle korkunç ki din mefhumundan nasıl nefret etmediğine şaşırdım. Fakat Jane’in içten gelen kuvveti ve şaşırtıcı özgüveni onu rahiplerin tavırlarına bakıp dini yargılamak yerine onların yanlış düşündüğüne ve Tanrı’nın anlatılan gibi olmadığı inandırıyor. Kilisede geçen yılların ardından oradan bir daha dönmemek üzere ayrılıyor Jane. Bir mürebbiye olarak. Küçük bir Fransız kızını eğitirken bu garip evde gece yarısı duyulan sesler ve ev sahibi Mr. Rochester’ın gizemli tavırları Jane’i tedirgin etmekle birlikte daha çok meraklandırır ve Mr Rochester’la aralarında başlayan dostluk Jane’in hayatı boyunca hissetmediği sıcaklığı bu evde bulmasına sebep olur.

Kitabın dili çoğu zaman sade. İnsan edebiyat içinde boğulmuyor. Hatta bazı yerlerde bu nasıl edebiyatçı diyecek oldum. Fakat bir insanı, bir duyguyu tasvir etmeye geldiğinde edebiyat öyle güçleniyor, ifadeler öyle canlanıyor ki Charlotte Bronte’un kaleminden kağıda saçılan kıvılcımları görür gibi oluyorum. Belli başlı (duygu ve gözlemleri vermek için olabilecek en temel) olayların içine oturtulmuş kült karakterler. Karakterler öyle iyi kurgulanmış ve verilmiş ki bazen yazarın gerçekte tanıdığı insanları anlattığına inandım. Karakterlerin her birinin konuşma cümleleri bile farklı üsluplarını, ve kendine has kişilikleri yansıtıyor. Öyle ki hepsin tek kalemden çıktığına, aynı insan tarafından kurgulandığına inanmak güçleşiyor.

Daha önce BBC yapımı 4 bölümden oluşan dizisini izlediğim için bir parça pişmanlık duymamış değilim. Çünkü Charlotte Bronte sürprizlerle dolu bir yazar ve dizi ve filmlerde gördüğümüz küçük şaşırtmacalardan, Jane’nin hayatını birden bire kökünden sarsan değişimlere kadar kitap pek çok şaşırtmacayla dolu. Ama ben diziyi izlediğim için maalesef kitabı okurken olacakları önceden bildiğimden pek çok yerde “acaba bunun kandırmaca olduğunu anlar mıydım?”, “acaba bu konu hakkında nasıl fikir yürütürdüm?” diye düşünüp durdum. Genelde bir filmi izledikten sonra kitabı okuduğumuzda o filme olan hayranlığımız birden eleştirel bir yön alır. “Bunu neden yapmamışlar” deriz mesela film süresinin kısıtlı olması yönetmenin suçuymuşçasına, “Şurayı hiç böyle hayal etmemiştim” deriz mesela… Oysa bu sefer diziyi izlediğimde beğenmeme rağmen kitap beğenimi daha da arttırdı. Özellikle Toby Stephens kitapta anlatılan Mr. Rochester’ın ete kemiğe bürünmüş hali gibiydi.  Ve sanırım daha iyisi olamazdı.

Kitaptaki aşk hikâyesi de çok özel ve muhtemelen bunun gibi bir hikâyeyi Charlotte Bronte gibi karakter yaratmada üst düzey bir yeteneği olmayan her hangi bir yazar da yüzüne gözüne bulaştırırdı. Çoğu aşk romanını belki biraz da küçümseyerek okumamın sebebi de bu zaten. Genelde yazarlar öyle karakterler koyuyorlar ki ortaya, ona değil karşısındaki kadın/erkek biz bile âşık oluyoruz. Güçlü, güzel, yakışıklı, romantik, zeki, zengin vb. Bu durumda aşk hikâyesi özel bir aşkı, bunun sebebini, 2 ayrı ruhtan gelen duyguların yoğrulmasını anlatmaktan çıkıp aşkı düpedüz  “istenilen her şey” kıvamına getiriyor. Oysa aşk 2 kişi demektir. Kişide beğenilmeyen yahut güzel bulunmayan bir özelliğin yalnız âşığı tarafından bir kusur, bir eksik olmaktan çıkarılmasıdır. O kişiyi yalnız sevdiği mükemmel görmeli, yoksa zaten mükemmellik abidesi olan bir kişiyi sevmekte ne var? O kadın/erkek zaten her kadının/erkeğin yüreğinin çarpmasına bir vesileyse maşuğun gönlünde yanan ateş bunca değerli midir? Zor mudur zaten kusursuz olanı sevmek... Yapılan en doğal şeydir kusursuza yönelmek. Oysa aşk duyguların ve ruhun birlikteliğidir. Kitaplarda hep bir yüce duygu değil 2 mükemmel beden tasvir ediliyor. Bu durumda ortaya çıkacakları anlatmak pek zor olmasa gerek.  Charlotte Bronte ise 2 “insan” koyuyor önümüze ve biz onlara hayran olmuyoruz, ama anlıyoruz neden birbirlerine bunca bağlı olduklarını. Hal böyle olunca kavuşamamanın üzüntüsü o muhteşem varlığa sahip olamamanın hırs dolu basit öfkesi olmuyor. Jane acı çektiğinde bunun sebebi sevdiği insanı elde edememesi değil, onun kendisine layık olmayan biriyle evlenecek olması oluyor.

Kitap aşkın oluşumunu da güzel işliyor. Uzun zaman konuşulur, edilir; sonra tek bir olay kişinin gönlünde bir kıvılcım yakar ve hele de bahsettiğimiz kişi kadınsa kurduğu hayaller ve düşüncelerle eksik ne varsa tamamlayıverir.

Kitabı okurken yaşanılan olayların gidişatını “Çalıkuşu” romanındakilere benzettiğim zamanlar oldu. Belki Reşat Nuri etkilenmiştir Jane Eyre’den. St John’un yalnız bir dava uğruna Jane ile evlenmek istemesi ve Jane’in aşksız bir evliliği reddetmesi yönünden Halide Edip’in Handan’ına da benzettim kitabı. Bu sıralarda St. John Jane’e “Erkek kafası gibi işleyen bir kafan var, ama yüreğin kadın yüreği” diyordu –ki bu cümlenin benim karakterimi nasıl da şıp diye özetleyiverdiğine şaşmıştım. Kitabı okuduğum süre boyunca kitaptaki her bir karakter ailemden veya arkadaşlarımdan birinin tasviri gibiydi. Bu da kitapla inanılmaz bir bağ kurmama sebep oldu. Ve Charlotte Bronte’un gözlem yeteneğine, gerçekçi karakterler kurgulama becerisine tekrar tekrar hayran olmama sebep oldu.

Jane Eyre’da dikkatimi çeken bir başka husus ise şuydu; Kitap 18-19. y.y İngiltere’sinde geçiyor ve Osmanlının en parlak dönemleri olmamasına rağmen kitapta o dönem bile Avrupa’da bir Osmanlı hayranlığı görülüyor. Sık sık Osmanlı padişahları zikrediliyor; lüks bir ev anlatılırken “yerde bir Türk halısı seriliydi.” deniliyor mesela. Bizim günümüzde sürekli yaptığımız “her davranışı Avrupa’yla kıyaslama” huyu o dönemde Avrupa’da olsa gerek ki davranışları, olayları tasvir ederken “Türkler gibi bağdaş kurup oturdum” gibi bir ifadeyle durumu ifade ediveriyor.

Bu eleştirinin bir noktada bitmesi gerekmiyor olsa saatlerce bu romandan bahsedebilir, her cümlesini teker teker inceleyebilirdim ya, her güzelin bir sonu var ne yazık ki. Ve ne kadar bahsetsem de Jane Eyre’den kitabı okumanın yarattığı etkiyi tasavvur edemem. Jane Eyre karakter tasvirleriyle okuduğum bütün romanlar arasında apayrı bir yere sahiptir. Eğer hala okumadıysanız bir an önce okumanızı şiddetle tavsiye ederim.



Kitapta çok anlamlı cümleler vardı, ama bunlar o anı tasvir ettiklerinden burada paylaşmam onları anlamlı kılmayacak. Zaten çoğu yerde cümleden çok ifade güzelliği söz konusuydu. Ama altını çizdiğim önemli cümlelerden yalnız başına da kıymeti anlaşılan birkaçı;

*      Boşa giden bir lütuf! Uzun zaman özlemle beklenilen çoğu lütuflar gibi… Çok geç kalmıştı.

*      Bütün dünya senden nefret edip, seni kötü tanısa bile senin kendi vicdanın rahat, suçsuz olduğu sürece hiç arkadaşsız kalmazsın.

*      Şu cümleler de bana bir tanıdığımı ve maalesef etrafta çok sık görüp diş gıcırdatmakla kaldığım pek çok insanı hatırlattı bana: “Blanche göz alıcı bir şeydi ama “has” değildi. Görünüş bakımından güzeldi, birçok yetenekleri vardı; gene de ruhu yoksul, gönlü yaradılıştan çoraktı….. İyi yürekli olmadığı gibi gerçekten zeki de değildi; kitaplarda okuduğu ağdalı cümleleri yineliyordu, hiçbir konuda kendiliğinden görüşü yoktu. Çok duygulu olduğunu ileri sürüyor, aslında anlayış, acıyış nedir bilmiyordu….”

*      Tanrının her yerde olduğunu biliriz ama, O’nun varlığını en çok yapıtlarını gözlerimizin önünde bütün görkemiyle gördüğümüz zaman duyarız. Gecelerin bulutsuz göklerinde…”

*      Duygularımın bayağı olduğunu biliyorum çünkü. Yalnız bir ten humması benim duyduğum; ruh sarsıntısı değil.

*      Kendi elimize geçenin bir bölümünü başkalarına vermek, aslında içimizden kabaran duygu bolluğuna akacak bir yol açmaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder