Aylardır, hatta bir yılı aşkın bir süredir yazmadım. Şimdi
gecenin bir vakti yazıyorum.
Son okuduğum kitap Sefiller. Okumadan önce muhakkak
orijinalinden okunmalı diye düşündüğüm bu kitap, okuduktan sonra bana; “bazı
yerleri kesmek fena olmazdı.” diye düşündürdü. Yine de eğer kısaltılmış bir versiyonunu alsaydım şimdi beğenerek
okuduğum pek çok yer olmayabilirdi. Kısaltılmış eserlere pek güvenim yok. Siz
de benim gibi düşünenlerdenseniz kitabın orijinalini alın derim. Hangi yayından
seçmek gerektiğine gelince, internet taraması sırasında karşınıza pek çok
farklı yayın çıktığında kafanız karışabilir. İnsan hangisini seçeceğini
bilemiyor. Ben sayfaların kokusunu içime çekmeden seçemeyeceğime karar verip
kitapçıya gittim. İyi de oldu. Seçeneklerim 50-60’tan 5-6’ya düştü. Özet
olanları ve Antik Yayınlarını –Bilenler bilir, Antik en kötülerinden biridir,
insan nasıl da bunca kitapçıya sızabildiğine şaşıp kalıyor- eleyince elimde iki
seçenek kaldı; Ötüken ve İmge. Daha önce İmge’den yalnızca bir kitap okumuş
olduğumdan Ötüken’e meyilli hissediyordum. Ama iki kitabı önüme açıp çevirileri
karşılaştırdığımda İmge’yi çok daha iyi buldum ve onu almaya karar verdim. Bu kitap bana iki türlü çok pahalıya mal
oldu;
Birincisi, tek pakette satılan 2 cildi ayrı ayrı kasadan
geçiren kasiyer yüzünden iki kat fiyat ödemiş oldum. Bunu eve gelince fark
ettim ama fişi ortalıktan yok olmuştu.
İkincisi ise okuma zorluğu ve sık sık olaydan tamamen kopup
40 sayfa sonra dönen Hugo amcamız sayesinde epeyce zaman da kaybetmiş olmamdı.
Neyse, canımız sağ olsun. Gelgelelim bunca teferruattan
sonra kitaba… Sevgili okurlarımın bana lafı bunca uzattığım için
kızmayacaklarını umuyorum. Çünkü bu kitap Sefiller’i orijinalinden okumaya
azmetmişler için bir sabır sınavıdır. Bunu okumak sizi sinirlendiriyorsa,
Sefiller’i okurken köpürmeyeceğinize garanti veremem. Ne diyorduk? Evet,
Sefiller…
Her şeyden önce Victor Hugo ateşli fikirleri, kahramanlarını
merhametle kucaklayan halleri, bir türlü sadede gelemeyişiyle en büyük
romantikler arasındaki yerini sonuna kadar hak ediyor. Zaman zaman kızdım,
zaman zaman bir babadan çok bir anneyi anımsatan şefkatine hayran oldum; pek
çok yerde de adalet algısına ve sağlam fikirlerini yumuşacık anlatan diline
hayran kaldım.
Din’e dair, duaya dair görüşlerine insan en azından “ iyi
dedin” demeden geçemiyor. Kadınlara, aileye ve sokaklara dair görüşleri ise çok
içten, samimi ve çok gerçek. Bu kitap Müslüman’ı dindar, okuyanı yazar, farklı
düşüneni devrimci, cömerdi vakıfçı, seveni aşık edecek cinsten. Verdiği şey
coşku, coşku, coşku! Her ne yapacaksan cesaretle atılmana sebep oluyor.
Görüyorsunuz, 1 yıldır yazmayan beni bilgisayarın başına oturttu, gerçi o mu
oturttu bilinmez, olsun…
Kitap beklentileri yalancı çıkarmıyor, sefaleti sokak sokak
anlatıyor. Dedikodunun fahişeliğe sürüklediği bir kadın, annesinden “bakmaları
karşılığında(!)” para aldıkları çocuğa hizmetçilik yaptıran aile, kendilerine
yardıma geleni soyan insanlar, öz evlatlarını sokağa terk edenler, kardeşleri
olduğunu bilmeden olmayan ekmeğini küçüklerle paylaşan bir çocuk… Elbette ki bu
kitabın baş karakteri bir ekmek çaldığı için 19 yıl kürek mahkumu olan, sonra
da seneler boyu kaçan, isim değiştiren, ev değiştiren, şehir ve ülke değiştiren
bir adam olacak. Bunun adı Paris hukuku, vakit, 19. Yüzyıl! İslam’da aç olup da
ekmek çalana bir ceza yoktur. Aksine, onun aç olduğunu bile bile umursamayan
komşunun, akrabanın, devletin suçudur bu. Bunun adı İslam hukuku, vakit 7.
Yüzyıl! Şimdi varın siz hesap edin. Hak nedir, adalet nedir? Bir şeyin
doğruluğunu hesap ederken çağa mı bakıyoruz, çağlara uzanmış adalete, Hakka,
gerçeğe mi?
Bunlar dünya gerçeği, acıdır. Bir de bizim inkılap gerçeği
var ki acıdan da acıdır! Aile ve borçlar hukuku İsviçre’den, ceza hukuku Almanya
ve İtalya’dan, idare hukuku Fransa’dan!, ticaret hukuku ise eşsiz Avrupa
ülkelerinin bir karması olarak gelip hayatımıza böylece yerleşti. Hepsini en
son çıkanından aldık ki, geri kalmayalım (!).
_____________________________________________________
Kitap bir yanda adaleti sorgularken öbür tarafta “İnsan
değişebilir mi?” sorusuna değiniyor. Bir yanda “insan ya iyi ya kötüdür, değişmez!”
diyerek acıma duygusunu ayaklarının altına alıp sonuna kadar kanunların
dediğinden taviz vermeyen Javert, öte yanda seneler boyu kendiyle, sonra
toplumla mücadele veren, iyi olmak isteyen, fakat toplumun iyi olmasına izin
vermeyen parmaklıklarından çıkamayan Jean Valjean. Ya kanundan kaçarak iyi
olacak, ya da sefalet içinde ölecek. Yine Fantine… Ya namusundan ya
insanlığından vazgeçecek… En zavallısı Cosette, en zavallı hep çocuklar olur,
onun seçme şansı hiç yok. Ya 6 yaşında iş yükünün altında ezilecek, ya yediği
dayağın altında. Birini kanunlar, birini toplum, birini kimsesizlik sefalete
mahkum ediyor.
_______________________________________________________
İşte bu hislerle okudum Sefilleri. Okuyun derim. Romancılık
açısından tartışılır fakat felsefi ve toplumsal açıdan bir harikadır Sefiller.
Elhamdülillah bugün yazdım. Bir dahaki sefere Allah kerim…
Neyse, Sefiller epeyce gider, o bitmeden ben yine yazarım İnşallah…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder